Hayat kendisini alt edenlerindir demiş Nietchze.
Olduramadığımız başka bir düzen var, kendimizi yeterince tanıyamadığımız için, gözümüzün görmediği, gücümüzün ermediği. Yukarıya ulaşmaya çalışırken ayaklarımızdan çekiştiren. Hooop dur durduğun yerde. Kodlanmış rutinlerin var, çizilmiş sınırların, herhangi bir yere varamamak için türlü türlü engellerin. Dur telaş yapma, otur soluklan. Seni kendinden uzaklaştıran neler, bunu irdeleyelim. İçeriyi bilmeyen dışarıyı göremez.
Sosyal medya kullanıyoruz, sosyal medya da bizi kullanıyor. Sistem bizi veri olarak kabul edip, dilediğini pazarlıyor. Vitrin yansımamızdan çarpıp yere düşenleri toplayıp bize satıyor. Sosyal İnfluencer kültürü adı altında inorganik kavramlar yerleşti hayatlarımızla.
Bilginin peşinden gitmiyoruz, ama sürekli bilgi paylaşıyoruz. Değerli olanı değil, işimize geleni seçiyoruz. Pandemi bizi eve kilitleyince, direksiyonlu hikaye atanlar aniden ekmek mayalayıcılara evrildi. Bildiğimiz yüzleri filtrelenmiş halleriyle izledik. Canlı yayın fonunda kitaplığını sergileyenler görgüsüzlükle eleştirilirken; evde pilates yapayım, yaparken de canlı yayın açayım herkes sporumu (!) görsüncülere alkış tutuldu.. İçeriği ne olursa olsun gündemde kalayım telaşı. Bu bir yaşama haline, yaşam belirtisi vermeye dönüştü.
Fark etmeden bizi algoritmalarına hapseden sosyal çukurun içinde bulduk mu kendimizi? Bulduk. Bize özgürlük vaad eden devasa kapıdan girdik, bize benzeyen yüzlerle dolu koridorlarında sıkıştık, kaldık. Mış gibi yapanlarız biz. Uçurmaya çalıştığımız baloncukların içindeki boş havayız. Ne kadar boş yaparsak o kadar yükseliyoruz. Cazip gelmeyenlerin yüzlerine bile bakmıyoruz. Varsa yoksa biz, sırça köşk çakması bencilliğimiz. Uc uca ekleyerek inşa ettiğimiz fil dişi kulelerin dışında bıraktığımız insanlar, kendilerini birilerine benzetme yarışındalar ya da değiller, umrumuz dışı bir yerdeler. Umursamazlık havası hakim hepimizde. Esas hikaye onlarda. Potansiyel gerçek orası. Görmek istemediğimiz odaların kapısını açarsak eğer.
Yıllarca bekledin, bir mucize olsa, bir kahraman uçarak gelse, ızdırabımdan sıkıntımdan kurtarsa, şu işim olsa, şu duam kabul olsa, birini sevsem o da beni çok sevse, onu alsam, bunu versem, şuraya gitsem, şimdi de birileri şu aşıyı bulsa da, dışarı çıksak. Hep bir beklenti, neyi beklediğini bilmeden hep oturduğu yerden bekleyenler, bişeyleri, birini, mucizeyi…
Her gün gördüğümüz aforizmalar bilinçaltımızı işgal ediyor, kişisel gelişimciler, uyumlanmacılar, enerjiciler, bilmemneciler, bunların hepsi bizi suni bir tezat yaratarak kendimizden uzaklaştırmak istiyor, öyle yanlışsın; şu tarafa doğru yorul diye, kendinle barışık ol derken, küstüren. Belki de hiç olamayacak şeylere yöneltip olduğun yeri terk ettirme arzusu doğuran, kaçma dürtüsünü tetikleyen. Kaçış halinde olmak zorundaymışız gibi. Bize dayatılanların dediği gibi olmayınca da hayalkırıklığı çöküyor, dev bir yorgunluk, sonrası kap kara bir ruh tortusu beraberinde sonuca varamayıp vazgeçmiş olmakla kapatıyoruz pencerelerimizi.
Bu yazı yumaklarının ucundan uzayan iple örgü örebilen var mı? Okuduğu üç-beş süslü satırla gaza gelip işini gücünü ilerletip hayallerine kavuşan, muhteşem aşk hayatını kendi elleriyle dizayn eden, bir çırpıda yılların dostluğunu silip yerine yenilerini koyabilen, gerçek olandan vazgeçip, gerçek üstünü yaşamına koyabilen, hırpalanmış yanlarını tamir edip kendine yeni dekorlar hazırlayan, çiçek çiçek açan, her hangi bir şeyini düzelten toparlayan var mıdır hiç bilmiyorum, görmedim. Bizi bir rahat bırakın, akan sulara salın bizi, yüzme biliyoruz, diretilenlerle boğulmayız en azından. İddialı olmak istemiyoruz, kişisel gelişim istemiyoruz. Biz zaten kendimizden memnunuz, şükür etmenin incelikleri nedir biliyoruz. Yormayın artık. Alt ederiz kendimizi de hayatı da.