Oturmuşum deniz kıyısına

Tam da kayanın karşısına

Çakıl taşlarını suya atarım

Şimdilerde havalar serin

Sonbahar da giderek yakın

İçimde bir yaz doymuşluğu…

Tıpkı Bülent Ortaçgil’in dediği gibi şehre dönüş başladı havalar serin, içimizde bir yaz doymuşluğu..

Yazın son günlerinde yaşadığım ilginç bir deneyimi sizlere aktarmak isterim.

İsmi Tuncay Korkmaz. Kendisi müzisyen, bir mızıka hocası ve üstadı. Belçikalı güzeller güzeli bir eşi, iki yaşında tatlı mı tatlı bir kızı var. 5-6 yıldır Bodrum Gümüşlük’ün Karakaya bölgesinde inzivaya çekilmiş durumdalar. Hayatı sindirmiş; ‘’Ne kadar az, o kadar iyi.’’ diyorlar.

Tuncay Hoca, bizi ilk olarak Gümüşlük’ün insana huzur veren sahilinde selamlıyor. Çaylarımızı yudumluyoruz. Çay bahçelerinin samimiyeti çocukluğunu Marmara Adası’nda geçirmiş biri olarak (ki Marmara Adası’nı bilenler çay bahçelerinin ne kadar meşhur olduğunu bilirler.) içimize huzur veriyor. ‘’Sizi ağırlamak isterim.’’ diyor ama çekincesi var ‘’Yaşadığım yer sizi biraz şaşırtabilir.’’ diyerek devam ediyor. ‘’Rahatsızlık vermeyelim.’’ diyoruz. ‘’Estağfurullah, siz yine de bir görün isterim.’’ diyor.

Eve geçmeden önce bizi Gümüşlük sahilinin arka taraflarında keşfedilmemiş bakir bir koya götürüyor. Telefonun bile doğru düzgün çekmediği bu koyda kendimizi Eylül’ün tatlı dingin sularına bırakıyoruz. Ardından hoca yoga ve esneme hareketleri yapacağını söyleyerek uzaklaşıyor. Yanımıza geri döndüğünde ise şarabımızı açıp kadehlerimizi tokuşturuyoruz hayata karşı.

Eve geçmeden evvel akşam yemeğini vegan kampında yiyeceğini öğreniyoruz. Soruyoruz nedir bu kamp? Biz de gelelim. Karakaya Retreat; ruhunu keşfetmeye gelmiş bir çok insan karşılıyor bizi burada. Arınmaya ve tekamüle gelmiş ruhlar… Birbirini tanımayanlar bile birbirine gülümsüyor. Yemeğini birlikte paylaşıyor. Yemeklerimizi yedikten sonra gün batımına karşı şarkılar söylüyoruz. Hocanın minik kızı Umay bize doğada topladığı çiçekleri dağıtıyor.

Hava iyice karardıktan sonra yaşadıkları yere gidiş yolculuğumuz başlıyor. Dar ve patika bir yoldan tepelere doğru ilerliyoruz. Bizi oba şeklinde büyük bir çadır ve tek göz bir taş ev karşılıyor. Yurtdışına giden bir arkadaşları onlara ‘’İstediğiniz kadar burada kalabilirsiniz.’’ demiş. Önceleri taş evde kalırken son zamanlarda yalıtılmış çadırda yaşamlarını sürdürmeyi tercih etmişler. Çadır ve taş ev arasında 100 metre mesafe var, aradaki ağaçlar sebebi ile birbirlerini görmüyorlar. Televizyonları yok. Mutfakları ise çardak görünümlü evin dış kısmında. Tuvalet spiral şeklinde bir mimariye sahip, o da dışarıda 100’er metre uzaklıkta.. Çamaşır ve bulaşıklarını ise yaktıkları ateşin külleri ile yıkıyorlar. Hoş bir kaç kap kacak yetiyor. Fazlasına da lüzum yok.

Hoca bizim için ateş yakıyor. Geçiyoruz ateşin başına hayatı sindirmiş bu adamla başlıyoruz laflamaya. ‘’Anlat’’ diyoruz ‘’hoca zor olmuyor mu böyle yaşam?”, ‘’Neden zor olsun ki?’’ diyor ‘’Şehirde başka zorluklar yok mu ki?’’ ‘’Bundan daha zor şartlarda yaşayanlar var.’’ Sonra dünya, gökyüzü, uzay, kainat insan derken sohbet gece boyunca akıp gidiyor.

Ege’nin muhteşem köyünde işte böyle muhteşem bir hayata tanıdık oldum. Sahi, hiç aklınıza gelir mi aslında burnunuzun ucunda olan yerlerde böyle gizli yaşamlar olabileceği? Ertesi sabah biz mutlu onlar mutlu, misafirperverlikleri ve içtenlikleri için çok teşekkür ederek ayrılıyoruz yanlarından. Onlara el sallarken içim bir kez daha huzur doluyor ve başka bir dünya mümkün diyorum. Öyleyse; Ege’nin bu sakin köşesinde onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine..

Gizem Şeho